İsa’nın üvey kardeşiydim…
Annem gelip beni yuvadan aldığında
benim Tanrılarım, krallarım, akreplerim vardı. Annemin sakallı misafirleri,
“Afiyet olsun” şekerleri. Bir de püsküllerin kanepelerden duvarlara kadar
yayıldığı, meleklerin yuva yaptığı bir oda. Bu odaya hiç sokmadı beni. Ben de
ona “akreplerimi” hiç anlatmadım. Çalıştığı gazinolarda adına “dağlar kızı
Reyhan!” derlermiş. Önceleri çok şeyi gizli tutmaya çalıştı. Sonra utanmamayı
öğrendik.
Bu saçlarından sürüklenen kadın annem
olur. Annesini böyle abartılmış fotoğraflarla hatırlayan bir çocuk büyüyünce ne
olur? Bu soruyu biraz sonra sosyal uzman bilgiçliğiyle bir polis
cevaplayıverdi. “Şu çocuğa bak” dedi, “Yarının serserisi, fırlaması,
annesini böyle gören bir çocuktan ne olur, fırlama olur, it olur, ibne olur,
pezevenk olur” deyip sobasının başında ellerini ovuşturup, başını tekrar
gazetesine çevirdi. Toplayalım, “İt, ibne, serseri, pezevenk, fırlama”
müthiş bir öngörü…
… Boşları almaya gittiğimde elinde Ece
Ayhan’ın kitabı olan kızın kulağına eğilerek “Maveraünnehir nereye dökülür”
dedim, kız şaşırdı ve aptal bir ifadeyle yüzüme baktı. “Utanmıyor musun lan
laf atmaya” dediler. Yakamdan tutup göğsüme bir yumruk
geçirdi. “Bu bir şiir arkadaşım, devlet dersinde öldürülen çocuğun şiiri!”